TCK m. 25’te düzenleme bulan meşru müdafaa; kişinin gerek kendisine gerekse de bir başkasına yönelmiş haksız bir saldırıyı ortadan kaldırmak amacıyla işlediği fiillerden dolayı cezalandırılmaması hali olarak tanımlanabilir. Meşru müdafaa halinde kişi, kendisine yönelen ve varlığı halen sürmekte olan bir saldırıdan doğabilecek zararları önlemeye yönelik bir savunma gerçekleştirmektedir.
Roma hukukundan günümüze kadar, her dönemde ve her ceza sisteminde düzenleme bulan müessese, evrensel bir nitelik taşımaktadır. [1] Romalı hukukçular tarafından bu durum “ kuvvetin kuvvetle uzaklaştırılmasına bütün kanunlar ve hukuk düzenleri izin verir” şeklinde ifade edilmiştir.[2] Bu bağlamda meşru müdafaanın özünde, insanın kendisini koruma içgüdüsü yattığı gerçeği açıklanabilir. Çünkü savunmada bulunmak her canlının ve bu arada insanın kendini koruma tepkisinin bir sonucudur.
Meşru müdafaanın hukuki nitelendirilmesinde ise öğretide değişik görüşler mevcuttur. Öğretide bir grup görüş meşru müdafaayı kusurluluğa etki eden neden olarak kabul ederken, bir diğer grup görüş hukuka uygunluk sebebi olarak kabul etmektedir. Gerçekten de, meşru müdafaayı bir hukuka uygunluk sebebi olarak değerlendirmek gerekir. Nitekim 5237 sayılı TCK da meşru müdafaayı “ceza sorumluluğunu kaldıran veya azaltan nedenler” başlığı altında düzenlemiş; hukuka uygunluk sebebi ve kusurluluğa etki eden haller şeklinde ayrıma yer vermemiştir. Ancak meşru müdafaanın düzenleme bulduğu TCK m.25’in gerekçesinde meşru müdafaanın bir hukuka uygunluk sebebi olduğu açık bir şekilde belirtilmiştir. Yine CMK m. 223’te; beraat kararı verilebilecek haller ile kusurun bulunmaması sebebiyle ceza verilmesine yer olmadığı kararının verilebileceği haller ayrı ayrı düzenlenmiştir. Meşru müdafaa hali beraat kararını gerektirdiğinden, yasal düzenleme bakımından da meşru müdafaanın bir hukuka uygunluk sebebi olarak kabul edildiği açıktır.
TCK m.25/1’de meşru müdafaa “gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o anda hal ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez.” şeklinde düzenleme bulmuştur. Maddeye göre meşru müdafaanın koşullarını 5 başlık altında incelemek mümkündür:
Meşru müdafaadan söz edebilmek için her şeyden önce bir “saldırı” fiili mevcut olmalıdır. Saldırı ise meşru müdafaada bulunan kimsenin hukuken korunan bir hakkını ihlal etmeye yönelik fiildir.
İkinci olarak saldırı fiili mevcut; yani savunma fiilinin gerçekleştiği ana kadar devam eden bir saldırı olmalıdır. Saldırı sona erdikten sonra gerçekleşen savunma fiili artık meşru müdafaa kapsamında değerlendirilemez. Ancak bu durumda saldırıya maruz kalan kimsenin haksız tahrik hükümlerinden faydalanabileceği kabul edilir. Tamamlanmış ancak tekrarına kesin gözüyle bakılan bir saldırı fiiline karşı da meşru müdafaada bulunulabilir. Yine gerçekleşmesi muhakkak olan bir saldırı tehlikesi, savunmayı haklı kılar. Buna göre meşru müdafaada bulunanın bir hakkına yönelik yakın ve açık bir tehlikenin varlığı halinde yine savunma fiili meşru müdafaa kapsamında kalacak ve suç teşkil etmeyecektir. Dolayısıyla saldırı fiilini gerçekleşen, gerçekleşmesi muhakkak olan veya tekrarına kesin gözüyle bakılan saldırı olarak kabul etmek gerekecektir.
Mevcut saldırıdan anlaşılması gereken ise maddi bir saldırının varlığıdır. Maddi saldırı kavramından ise, saldırının mutlaka cebir ve şiddet içeren bir fiil şeklinde ortaya çıkması gerektiğini anlamamak gerekir. Maddi bir fiil teşkil etmeyen hakaret ve tehdit gibi sözlü gerçekleştirilen saldırılara karşı meşru müdafaada bulunmak mümkün değildir.
Meşru müdafaanın gerçekleşmesi için saldırının ağır nitelikte olması şart değildir. Önemli olan, haksız saldırının savunmada bulunan kimsenin hakkını ihlal edecek ölçüde olmasıdır.
Üçüncü olarak ise saldırının haksız olması gerekir. Saldırının haksız sayılabilmesi için ise mutlaka suç teşkil etmesi gerekmez; fiilin hukuka aykırı olması yeterlidir. Buna göre ceza yasasında suç olarak düzenlenmeyen ancak hukuk düzeni tarafından kabul de görmeyen fiillere karşı meşru müdafaada bulunmak mümkündür. Dolayısıyla saldırı fiilinin haksız olup değerlendirilirken hukuk düzeni bir bütün olarak göz önünde bulundurulmalıdır.
Saldırıda bulunan kimsenin şahsi cezasızlık sebeplerinden yararlanması sebebiyle cezalandırılmaması da, fiilin haksızlığını etkilemeyecektir. Dolayısıyla; diplomasi, yasama ve askeri dokunulmazlıktan faydalanan kimselerin haksız saldırılarına karşı meşru müdafaanın mümkün olduğu kabul edilebilir[3].
Bununla birlikte isnat yeteneğine sahip olmayan kimselerin fiillerinin haksız kabul edilip edilmeyeceği noktasında doktrinde görüş birliği yoktur. Bizim de katıldığımız görüşe göre; doktrinde isnat yeteneğine sahip olmayan kimselerin fiillerinin haksız sayılabileceğini ve bu kimselerin fiillerinin meşru müdafaaya sebebiyet verebileceğini savunulmaktadır[4]. Zira saldırının fiilin objektif olarak haksız olması saldırıya uğrayana meşru müdafaa hakkı verir. Sübjektif olarak ise kişinin haksızlık bilincini taşıyıp taşımadığının bir önemi yoktur. Aksi görüşte olan yazarlara göre ise haklıyı haksızdan ayıramayan ve yaptığı hareketin kötülüğünü anlayamayan kişinin fiilinin haksız sayılması mümkün olmadığından bunların fiillerine karşı meşru müdafaa değil, zorunluluk hali söz konusu olur[5].
Haksız saldırının mutlaka insandan kaynaklanması gerekmektedir. Doğadan veya bir hayvandan kaynaklanan tehlike haksız bir saldırı olarak nitelendirilemez. Zira haklı ve haksızı birbirinden ayırmaya yeteneği yalnız insana özgüdür. Dolayısıyla bir hayvandan kaynaklanan saldırı halinde savunmada bulunan kişi meşru müdafaa ilişkin hükümlerden değil, zaruret haline ilişkin hükümlerden yararlanabilecektir. Bununla birlikte eğer bir hayvan haksız saldırıda araç olarak kullanılıyorsa, kullanıcıya karşı yapılan savunma meşru müdafaa kapsamında değerlendirilebilir[6].Haksız saldırıyı gerçekleştiren kimsenin ise mutlaka belli olması gereklidir. Keza, meşru müdafaanın gerçekleştiğinin kabulü için savunma fiilinin saldırgana yöneltilmiş olması gerekir. Daha sonra açıklanacağı üzere savunma fiili 3. bir kişiye karşı işlenirse meşru müdafaadan söz edilemez.
Savunmada bulunan kimsenin kendi fiiliyle saldırıya sebebiyet vermesi halinde savunmanın meşru olup olmadığı doktrinde tartışma bulan bir diğer konudur. Kişinin kendi haksız hareketiyle saldırı fiilini tahrik ettiği durumlarda haksız tahrikten söz edilir. Haksız tahrik altında gerçekleştirilen saldırı fiiline karşı yapılan savunmanın ise yasal olduğunu kabul etmek gerekir. Bu halde tahrik edici fiil, saldırıyı meşrulaştırmamakta ve saldırı haksız olma niteliğini muhafaza etmektedir. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, bir hukuka uygunluk sebebi teşkil etmemesi nedeniyle, haksız tahrik altında gerçekleştirilen fiil hukuka aykırı olma vasfını sürdürmektedir. Dolayısıyla bu halde kişinin, kendi fiiliyle saldırıyı tahrik etse dahi; meşru müdafaadan yararlanacağı kabul edilmelidir. Yine taksirli veya kusursuz olarak sebep olunan saldırıya karşı meşru müdafaa mümkün olduğu kabul etmek gerekir. Öte yandan kusurlu olarak saldırıya sebebiyet veren kişi haksız saldırıyla karşı karşıya kaldığını ileri süremez[7]. Bu durum “ meşru müdafaaya karşı meşru müdafaa olmaz” şeklinde de ifade edilmektedir. Yargıtay Ceza Genel Kurulu da 22.05.1978 tarih ve 34/178 sayılı kararında ilk defa haksız harekette bulunan kimse, karşısındakini yasal savunma haline koymuş ise, artık kendisi yasal savunma halinde kaldığını ileri süremeyeceğine karar vermiştir.
Yine savunmada bulunan kimse sırf meşru müdafaa hükümlerinden yararlanma kastı ile tahrik edici fiili gerçekleştirmekte ise; kişinin meşru müdafaadan yararlanmayacağını kabul etmek gerekir[8]. Karşılıklı saldırının varlığında saldırının kim tarafından başlatıldığının belirlenememesi halinde ise Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 12.11.1984 tarih ve 335/375 sayılı kararında meşru müdafaa hükümlerinin uygulanmayacağını ve her iki taraf için haksız tahrik hükümlerinin uygulanacağına karar vermiştir[9].
Kişinin, kendisinin veya üçüncü bir kişinin hukuken korunan herhangi bir hakkına yönelmiş haksız saldırıya karşı, meşru müdafaada bulunması mümkündür.
Yürürlükten kalkan 765 sayılı TCK, meşru müdafaa kapsamında olan haklar bakımından sınırlı düzenlemeler içermekteydi. Meşru müdafaayı düzenleyen 765 sayılı TCK m. 49/b.2’e göre yalnızca “ nefse veya ırza” yapılmış saldırılara karşı meşru müdafaa mümkündü. Bu şekildeki sınırlı düzenleme sonucu, doktrin ve uygulamada “nefis” ve “ırz” kavramlarının geniş yorumlanarak; kişilik haklarına yönelik tüm saldırılara karşı meşru müdafaanın mümkün olduğu kabul edilmişti. Malvarlığına yönelik saldırılara karşı özel bir meşru müdafaa hali kabul edilen , ”mal için meşru müdafaa” ise 765 sayılı TCK m. 461’de düzenleme bulmaktaydı.. Buna göre yağma, yol kesme ve adam kaldırma suçlarının faillerine karşı malını savunma zorunluluğu ile suç işleyenlere ceza verilmeyeceği öngörüldüğü gibi ; bir binaya yönelik saldırı nedeniyle içinde bulunanların güvenliği açısından ciddi biçimde korkuya kapılarak işlenen suçların da cezalandırılmayacağı düzenlenmişti.
5237 sayılı TCK ise, 765 sayılı TCK’ndan farklı ve isabetli olarak meşru müdafaa kapsamındaki haklar bakımından bir sınırlama getirmemiştir. Maddenin gerekçesinde de belirtildiği üzere yeni düzenleme ile müessesenin anlamsız ve sosyal gereklere aykırı düşecek şekilde dar yorumlanmasının önüne geçilmek istenmiştir. Nitekim 5237 sayılı TCK m.25/1’de, “bir hakka” yönelmiş haksız saldırıya karşı meşru müdafaanın mümkün olduğu düzenlenmiştir. Buna göre saldırının yöneldiği hakkın, kişinin şahsına ilişkin bir hak olabileceği gibi malvarlığına yönelik bir hak da olabileceği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla kişinin yaşama hakkı, vücut ve cinsel dokunulmazlığı, kişi özgürlüğü ve mülkiyet hakkına yönelik saldırılara karşı meşru müdafaa mümkün olabilecektir. Yine Yargıtay’a göre konut dokunulmazlığı da kişi özgürlükleri arasında yer alır ve buna yönelik saldırıya karşı da meşru müdafaa hakkı vardır[10]
TCK m. 25/1’e göre meşru müdafaadan söz edebilmek için savunma fiilinin haksız saldırıyı, o anki hal ve koşullara göre saldırı ile orantılı şekilde defetme zorunluluğunun bulunması gerekir. Bir başka deyişle meşru müdafaanın varlığının kabulü için savunma zorunlu olmalıdır. Savunma fiili gerçekleştirilmeden de saldırıyı uzaklaştırma imkanı varsa, meşru müdafaadan söz edilemez. Eğer savunmada bulunanın saldırgana zarar vermeden saldırıdan kurtulması mümkün değilse savunmanın zorunlu olduğu kabul edilir. Bu halde savunmada bulunan kimsenin saldırgana zarar verme kastıyla değil; saldırıya maruz kalan kendisine veya üçüncü kişiye ait hakkı koruma kastıyla hareket etmesi gerekir. Bu durum, savunmada bulunan kimsenin meşru müdafaa bilincine sahip olması gerektiği şeklinde de ifade edilebilir.
Savunmanın zorunlu olup olmadığının tespitinde objektif bir ölçütten söz etmek doğru olmayacaktır. Dolayısıyla savunmanın zorunluluğunu somut olayın koşullarına göre değerlendirmekte fayda vardır. Somut olayda savunmanın zorunluluğu değerlendirilirken saldırının türü ve kişinin hukuken korunan hakkı bakımından yarattığı tehlikenin ağırlığı göz önünde bulundurulmalıdır. Yine saldırının gerçekleştiği ortam koşulları, saldırganın ve savunmada bulunan kimselerin şahsına ilişkin özel durumlar savunmanın zorunluluğunun tespitinde ölçüt olarak değerlendirilebilir.
Savunmada bulunan kimsenin, öncelikle saldırıdan kaçma yükümlülüğünün bulunup bulunmadığı doktrinde tartışma bulan bir konudur. Bir görüşe göre, savunmanın zorunlu olmasından, savunmada bulunanın kaçma yükümlülüğü olduğu anlaşılmamalıdır. Hiç kimse korkak bir şekilde davranmaya zorlanamayacağından; savunmada bulunan kimse kaçarak saldırıdan kurtulma imkanına sahip olduğu halde, kaçmayarak savunmada bulunursa yine meşru müdafaadan yararlanır. Yargıtay’ın da yerleşik içtihatlarında bu görüşü benimsediği görülmektedir. Keza, Yargıtay Ceza Genel Kurulu 08.04.1997 1-59/83 sayılı kararında meşru müdafaada sanığa kaçma mükellefiyeti yükletilemeyeceği gibi, sanıktan kaçarak kurtulması istenemeyeceğine hükmetmiştir.
Bir diğer görüşe göre saldırıya uğrayan kimse, kaçarak saldırıdan kurtulabiliyorsa savunmada zorunluluk yoktur. Bu halde kişi kaçmayarak savunma fiilini gerçekleştirirse meşru müdafaadan yararlanamayacaktır. Özellikle isnat yeteneği olmayan küçük ve akıl hastalarının saldırılarına karşı, kaçma imkanı varken kaçmayarak savunmada bulunma, faile meşru müdafaa hakkı tanımaz. Çünkü bu kişilere karşı kahramanlık göstermeye gerek yoktur ve bu durumda saldırıdan kaçan kişi de ayıplanmaz[11].
Gerçekten de saldırıya uğrayan kimsenin kaçmayarak savunmada bulunmasının – kural olarak – meşru müdafaanın varlığını etkilemeyeceğini kabul etmek gerekir. Çünkü haksız bir saldırıya maruz kalan kimseye, kendisini savunmayarak kaçma yükümlülüğü yüklenemez. Zira meşru müdafaanın özünde kişinin kendisini koruma içgüdüsü yatmaktadır. Bununla birlikte müessesenin gereksiz savunma tepkilerini de koruma amacı gütmediği açıktır. Ancak savunmanın zorunluluğu her somut olayın koşullarını dikkate alınarak tespit etmekte fayda olduğu kanısındayız.
Meşru müdafaanın bir diğer koşulu da savunma fiilinin saldırı fiili ile orantılı olmasıdır. Yani meşru müdafaanın varlığının kabulü açısından savunma fiilinin ancak saldırıyı uzaklaştıracak ölçüde olması gerekir. Nitekim bu durum TCK m.25/1’de “ haksız bir saldırıyı o anda hal ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu” ndan bahsedilmektedir
Savunma ile verilen zarar, önlenmek istenen zarardan orantısız derecede sonuç doğurmamalıdır. Eğer savunma, saldırıdan daha ağır bir netice doğurmuşsa daha sonra değineceğimiz üzere, meşru müdafaada sınırın aşılması söz konusu olu
Saldırı ve savunma arasındaki orantı olup olmadığı ihlal edilen edilen haklar ve kullanılan araçlar yönünden incelenebilir. Saldırı ve savunma arasında orantı olduğunun kabulü için, fiilleri gerçekleştirmede kullanılan araçlar arasında mutlak bir eşitlik olması gerekmez. Orantı, saldırı ve savunma fiillerinde kullanılan araçlar bakımından aranmalıysa da; bu husus araçların özdeşliği şeklinde anlaşılmamalıdır. Dolayısıyla saldırganın kullandığından daha etkili bir aracı saldırıyı önleyecek biçimde kullanmış olan failin, orantı koşulunu ihlal ettiği anlamına gelmez. Buna göre kendisini sopa ile yaralayan saldırganı, silahla yaralayan kimse meşru müdafaadan yararlanacaktır. Ancak kendisini sopa ile yaralayan bir kimseyi silahla ateş etmek suretiyle öldüren kimse meşru müdafaadan yararlanamayacaktır. Burada önemli olan aracın savunma amacına uygun olarak, saldırıyı defedecek ölçüde kullanılmasıdır.
Saldırı ile savunmanın orantılı olması ihlal edilen hukuki değerlerin aynı nitelikte olmasını da gerektirmez. İhlal edilen hukuki değerler arasında eşitlik bulunmaması savunmanın meşru olmadığı sonucunu doğurmaz. Önemli olan savunma hareketinin, o anki koşullara göre saldırıyı uzaklaştıracak ölçüde olmasıdır. Örneğin cinsel saldırıya maruz kalan bir kimsenin saldırganı öldürmesi halinde kişi meşru müdafaadan yararlanacağı kabul edilmelidir.
Meşru müdafaanın varlığının kabulü için savunma fiilinin mutlaka saldırıyı gerçekleştiren kimseye yöneltilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla savunma fiili, saldırgan dışında 3. bir kişiye karşı gerçekleştirilirse, fail bundan sorumlu olacaktır. Örneğin; mağdur A kavga esnasında kendisini yaralayan saldırgan B’nin eşine karşı savunma reaksiyonu göstererek saldırganın eşini yaralarsa meşru müdafaadan yararlanamayacaktır.
Savunma fiilinin hata veya sapma neticesinde, saldırgan dışında 3. bir kişinin şahsına yönelmesi halinde ise meşru müdafaa hükümleri uygulama alanı bulacaktır. Bu halde savunmada bulunan kimsenin hata hükümlerinden faydalanabilmesi için hatasının kaçınılmaz nitelikte olması ve hataya düşerken kusurlu hareket etmemiş olması gereklidir. Örneğin; kendisine ateş eden B’ye karşı kendisini savunma amacıyla ateş eden A, B’nin yanında bulunan C’yi vurursa meşru müdafaadan yararlanabilecektir.
Üçüncü kişiden meşru müdafaasından yararlanmadan maksat, bir kimsenin kendisinden başka bir kişinin canım ve ırzını korumak için meşru müdafaada bulunup bulunamayacağıdır. TCK m. 25/1’de açıkça düzenlendiği üzere kişi gerek kendisine ait bir hakka yönelik saldırıya gerekse de üçüncü kişiye ait bir hakka yönelmiş saldırıya karşı meşru müdafaada bulunabilir. Burada üçüncü kişinin savunma fiilini gerçekleştiren kimse ile arasında bir akrabalık bağının veya yakınlığın bulunması şart değildir. Üçüncü kişi, savunmada bulunan kimseye tamamen yabancı bir kimse de olabilir.
Yargıtay 1. CD., 06.03.2007 tarihli 345/1071 sayılı kararında, “…maktulün olay yeri olan Elalem Barda alkol alıp eğlendiği sırada yaptığı taşkınlık sebebiyle barın güvenlik müdürü olarak görev yapan İsmail Oduncu’nun talimatıyla dışarı çıkarıldığı, yaklaşık 1-1,5 saat sonra aşırı alkollü vaziyette tekrar bara gelerek kendisine yapılan hareketin hesabını sormak istediği , bu nedenle İsmail Oduncu ile tartışmalarını müteakip tabancasını çekerek ateş edip onu omzundan vurduğu, o sırada barda güvenlik görevlisi olarak çalışan sanık Ali’nin maktulün silahlı saldırısını görerek 9 mm.lik tabancası ile 3 el ateş edip tek isabetle maktulü öldürdüğü olayda ;tabancasının halen maktulün elinde bulunduğu, İsmail’in canına kastettiği haksız saldırının sona ermediği , sanığın 3 atışı haksız saldırının devamı sırasında yaptığı hususları göz önüne alındığında , eylemin meşru savunma şartları altında işlendiği ve meşru savunmada aşırıya kaçılmadığı anlaşıldığı halde mahkumiyet kararı vermesini yasaya uygun bulmayarak yerel mahkemenin kararını bozmuştur[12].
Üçüncü kişinin meşru müdafaasından yararlanmak mümkün olmakla birlikte, üçüncü kişinin saldırıya rıza göstermesi bazı durumlarda faile meşru müdafaa hakkı tanımamaktadır. Bu noktada saldırıya uğrayan hak üzerinde üçüncü kişinin tasarruf yetkisinin olup olmadığına göre bir ayrıma gitmek gerekecektir. Buna göre; eğer saldırıya uğrayan hak üçüncü kişinin üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği bir hak ise ve üçüncü kişinin saldırıya rızası varsa üçüncü kişinin meşru müdafaasından yararlanmak mümkün olmayacaktır. Buna karşılık üçüncü kişinin saldırıya rıza gösterdiği bilinmiyorsa; bir başka deyişle fail rızanın varlığı konusunda hataya düşmüşse meşru müdafaanın varlığını kabul etmek gerekecektir. Diğer taraftan saldırıya uğrayan hak üçüncü kişinin üzerinde serbestçe tasarruf edemeyeceği nitelikte bir hak ise üçüncü kişinin meşru müdafaasından yararlanmak mümkün olacaktır. Üçüncü kişinin mutlak tasarruf yetkisinin olmadığı, yani rızanın, hareketi hukuka uygun hale getirmediği bir konuda saldırıya uğrayanın ses çıkarmaması veya bizzat kendisinin saldırının faili olması durumunda, üçüncü kişi lehine meşru müdafaa söz konusu olabilecektir[13].
TCK m. 27/1’de “Ceza sorumluluğunu kaldıran nedenlerde sınırın kast olmaksızın aşılması halinde, fiil taksirle işlendiğinde de cezalandırılıyorsa, taksirli suç için kanunda yazılı cezanın altıda birinden üçte birine kadarı indirilerek hükmolunur .“ denilmek suretiyle genel olarak hukuka uygunluk sebeplerinde sınırın aşılması hali düzenlenmiştir. Madde metninden de anlaşılacağı üzere bu kural, yalnızca sınırın taksirle aşılması halinde uygulanacaktır. Sınırın kasten aşılması halinde ise, aşan kısmın oluşturduğu suç bakımından tam sorumluluk vardır. Bu halde hukuka uygunluk sebebi gerçekleşmeyeceği gibi, ceza sorumluluğunun azalmasından da söz edilemez. Zira, savunmada bulunan kişi sınırı aştığını bilmekte ve istemektedir. Dolayısıyla, bu halde fiil hukuka aykırı olma niteliğini sürdürmektedir ve cezalandırılması gerekir. Örneğin, fail kendisini sopayla yaralayan saldırganın koluna veya bacağına ateş etmek suretiyle saldırıyı uzaklaştırma imkanına sahipken, saldırganın hayati organlarına ateş ederse sınırın kasten aşıldığı kabul edilmelidir.
Bununla birlikte, sınırın kasten aşılmadığı durumlarda kanuna göre taksirle işlenebilen bir suç oluşmuş ise savunmada bulunan kimse cezalandırılacak ancak; taksirli suç için öngörülen cezada indirime gidilecektir. Bu halde savunmada bulunan kişinin fiilini hukuka aykırılık niteliğini muhafaza etse de, sınırlı aşarken kusurlu davranmamaktır. Yalnızca gerekli özen yükümlülüğüne uymayarak taksirli şekilde sınırı aşmaktadır.
Meşru müdafaada sınırın taksirli aşıldığı durumda, gerçekleştirilen suçun taksirli şekli kanunda düzenlenmemiş olması halinde ise, cezalandırma mümkün olmayacaktır.
TCK m. 27/2’de ise ayrıca meşru müdafaada sınırın aşılmasının özel bir şekli düzenlenmiştir. Buna göre eğer meşru müdafaada sınırın aşılması fail bakımından mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelmiş ise faile ceza verilmeyecektir. Bu halde failin eylemi hukuka uygun kabul edilmemektedir. Bununla birlikte failin içinde bulunduğu durum kusurluluğunu ortadan kaldıran bir hal olarak değerlendirildiğinden faile ceza verilmemektedir[14]. Nitekim Yargıtay 1. CD. 26.02.2008 tarihli 5829/1382 sayılı kararında “… kız kardeşinin kocası olan sanıkla uzun zamandan beri husumet bulunan maktulün omzunda av tüfeği, elinde tabanca olduğu halde, saat 18 sıralarında araçla eşi ve çocuğu ile birlikte eve gitmekte olan sanığın önüne çıktığı tabanca ile sanığa ateş etmeye başladığı, maktulün elindeki tabancanın kuru sıkı olduğunu bilmeyen sanığın meşru müdafaa koşulları içinde, mazur görülebilecek heyecan, korku ve telaşa kapılarak, araçta bulunan kayınpederine ait ruhsatsız tabancayı aldığı araçtan indiği önce havaya daha sonra da silahlı saldırının devamı sırasında tabanca ile maktule 2 el ateş ettiği bu atışlar sonucunda maktulün göğüs bölgesinden ve yüzünden isabet alarak öldüğü olayda 5237 sayılı Yasanın 27/2 maddesi uyarınca ceza verilmesine yer olmadığı kararı yerine, yazılı şekilde mahkumiyet verilmesini yasaya uygun bulmayarak kararın bozulmasına karar vermiştir[15].
Doktrinde meşru müdafaa konusunda tartışma bulan bir diğer konu da “mefruz meşru müdafaa” halidir. Gerçekte, savunmada bulunan kişiye yönelmiş bir saldırı olmadığı halde, saldırının varlığı hususunda yanılıp, bu saldırıyı uzaklaştırma amacıyla savunma filini gerçekleştirirse, meşru müdafaadan yararlanıp yararlanmayacağı tartışılmaktadır. TCK m. 30/3, bu tartışmayı cevaplar niteliktedir. Maddede ceza sorumluluğunu kaldıran veya azaltan nedenlere ait koşulların gerçekleştiği hususunda kaçınılmaz bir hataya düşen kişinin, bu hatasından yararlanacağı ifade edilmektedir.
Bu halde, eylem hukuka aykırılık niteliğini muhafaza etse dahi; savunmada bulunan kimse kusursuz olması sebebiyle cezalandırılmayacaktır Ancak failin cezalandırılmaması için, meşru müdafaanın maddi şartlarının gerçekleştiğinin bilincinde olması gerekir. Bununla birlikte eğer kişi kusurlu olarak hataya düşmüşse yani hatası kaçınılmaz değilse; meşru müdafaadan yararlanması söz konusu olmayacaktır.
TCK m.30/3’teki düzenlemeye paralel olarak CMK m. 223’te de, kusurluluğu ortadan kaldıran nedenlerde hataya düşülmesi hallerinde, kusurunun bulunmaması dolayısıyla ceza verilmesine yer olmadığına karar verilmesi gerektiği düzenlenmiştir.
Cihan Orhan Hukuk Bürosu © Copyright 2024 | Tüm Hakları Saklıdır. Yasal Uyarı: Bu site Türkiye Barolar Birliği'nin Meslek Kurallarına ve Reklam Yasağı Kurallarına tabidir. Sitenin kendisi, logosu ve içeriği, reklam iş geliştirme ve benzeri amaçlar ile kullanılamaz. Bu Avukat Web Sitesi içerisinde yer alan bilgiler hukuki mütalaa veya tavsiye değildir